bugün

entry'ler (73)

çay içerken gönül demlemek

dışardan biri olarak toplumumuzu iyi analiz etmiş gelinin sözü.

satranç

dişime göre rakip bulamadığım oyun.

yeter artık rahat bırakın atatürk ü

levent bulut'un okunması gereken yazısıdır.

yazı şöyle:

Her yıl 10 Kasım'da saat 9'u 5 geçe sirenler çalmaya başlıyor.
Tüm halk, sadakat ve özlemle yolun ortasında duruyor.
Okullar, iş yerleri ve devlet daireleri bir dakikalığına sessizliğe bürünüyor.
Ama elbette ki Atatürk'ün değerini anlayamayanlar; bu plansız fakat topyekûn saygının önemini de anlayamazlar.
***
Dindar, özgürlükçü, demokrat gözüküp de Atatürk'ü sevmeyen zihniyete neden çok kızdığımı şöyle anlatayım; yokluklar içinde bir mahalleye ya da bir köye çeşme veya cami yaptırdığınızı düşünün...

Çeşmeyi kullanan sana hayır duası edeceğine küfrederse, ibadet edebilmeleri için yaptırdığın camideki imam ve cemaati sana söverse, bunun adı nedir?
Bu mudur ahde vefa?..
Bu mudur hayır bilirlik, bu mudur minnettarlık?
Bu nankörlük değil de nedir?
***
Vatan işgal altında, millet yokluk ve çaresizlik içinde.
Padişah onu hain ilan ederken...
ingiliz'i, Fransız'ı, Yunan'ı, yedi düveli vatanı işgal etmişken; yorgun ve bitmiş hasta adamı diriltip, vatanı düşmandan kurtarıp cumhuriyeti kuran bir lidere minnet duyulması gerekmez mi?

Milleti için burada yazmaya kalksam sığmayacak ama sat sat bitmiyor denilecek kadar çok, fabrikalar ve devlet kurumları kuran bir önderi, hangi akıl, mantık ve duygu ile eleştiriyorsunuz?

Böyle bir dehaya; salya sümük saldırmak, sinsi sinsi, sesli sessiz küçük düşürmeye çalışmak akılla, vicdanla, mantıkla nasıl izah edilir?
***
Vefatından sonra onun için çok şey söylediler.
Elin oğlu överken, bizim içimizdeydi saygı göstermeyen nankörler.
Akıldan, izandan yoksun oldukları için değerini hiç bilemediler.
***
Oysa bu millet, ne kör, ne de nankör...
Bu millet Ata'sını da bilir, satanını da...
Ama kendine aydın, demokrat, özgürlükçü diyenler, menfaat gemilerine binip, küçük dağları ben yarattım edalarına bürünenler; Atatürk'ü şükran ve minnetle anacaklarına, eleştiriyorlar ya; siz önce Habur'u, Silivri rezaletini, 21. yüzyılın satılık kalemlerini eleştirin. "Türk'üm" demeyi faşistlik ama polise, askere taş atıp, kurşun sıkmayı demokratlık sayan zihniyeti eleştirin...

"Ne mutlu Türk'üm diyene"yi ve T.C.'yi kamu binalarından silenleri, okullarda andımızı kaldıranları eleştirin...
Teröristin tanık, askerin sanık olmasını eleştirin.
"Atatürk sarhoşken kurdu..." dediğiniz ülkeyi, ayıkken yönetemeyenleri, Atatürk'ün yokluklar içinde kurduğu kurumları ise, babalar gibi satanları eleştirin.
Her şeyden önce dönün aynaya bir bakın da, kendinizi eleştirin.
Utanın utanın!...
***
10 Kasım 2010'da kaleme aldığım bu yazımın üstünden 10 yıl geçti.
Bir şey değişti mi?
Hayır.
Atatürk'e hakaret etme, resmini çöpe atma, duvardan indirme gibi saldırılar sürüyor. Atatürk'ü sevenlere putperestsiniz diyenler, kula kulluk ediyor. "Haram parayla hac olur mu?" sorusuna "Pek uygun değildir ama hac geçerli olur." diyen Diyanet, hutbelerinde onun adını çıkarıyor.

Ortada bir yargı kararı olmasına rağmen ülkeyi yönetenler ise andımıza karşı olduklarını söylüyor.
***
Şöyle bir sosyal medyaya bakın. ikide bir paylaşımlarda Atatürk'ün içkisi dile getiriliyor. Oysa Osman Gazi, I. Bayezid, Yavuz Sultan Selim, Mehmet Çelebi, IV. Murad, II. Selim ve diğer birçok padişah şarap ve benzer alkollü içkilerden içmiyorlar mıydı? Adam ülkeyi işgalden kurtarıp kurmuş.
içkisinden size ne!
Peygamberlik iddia etmemiş ki...
Aksine halife olmak varken; "Ben sizin kulunuzum" denilen padişah olmak dururken, kula kul olma Yaradan'a ol demiş. Al okuduğunu da anla diye de Kur'an'ı tercüme ettirmiş.
Arkadaş hangi ülkede kurucu lidere hakaretler ediliyor?
Hangi ülkede kurucu lidere eleştiri adı altında sövülüyor.
Yapmayın Allah aşkına ya!..
***
Sev ya da sevme, adam ülkeyi işgalden kurtarıp yeni bir ülke kurmuş. inkâr etseniz de gerçek bu. Sen kendi tarih kitaplarından çıkarsan da dünya tarih kitapları yazmaya devam eder. Yazıyor da...
***
Yeter artık!
Geçmiş iyisiyle kötüsüyle geride kaldı. Siz eleştirecekseniz geçmişi değil, günümüzü eleştirin. Bugün işçinin, çiftçinin, memurun, gelecek kaygısı sürüyor. Sosyal devlet ilkesi sadaka devleti anlayışına çevriliyor.

Habur rezaleti, papazın istenmesi, Ege'de adalarımızın işgali, EYT'ye takılanlara haklarının verilmemesi, gibi onlarca olaya sebep olanlar ise sorumluluk almadan ülkeyi yönetmeyi sürdürüyor.
***
işte bu sorumsuz sorumluların son marifetleri ise 25 yaş altı 50 yaş üstünün kıdem tazminatını tehlikeye atan torba yasa tasarısı hazırlamak oldu.
Soruyorum şimdi; daha iyi bir yaşam, işsizliğin azalması, ekonominin düzelmesi, alım gücünün artması, refah seviyesinin yükselmesi gibi tartışılıp üstünde durulması gereken konular varken, ülkenin kurucusuna yapılan bilinçli, bilinçsiz saldırılar kimin işine yarıyor?
Atatürk'ü eleştirmekle vatandaşın hangi sorunu çözülüyor?

kaynak: https://www.gunboyugazete...rakin-ataturku-5078yy.htm

suriyelilerin çalıştığı paraya çalışmayanlar

haklıdırlar. yediği içtiği her şey ile vergi verip üstüne suriyelilere bakıp bir de yarım maaş teklif edilmesi saçmalıktır.

levent bulut un gazeteciliği bırakması

veda yazısı şöyle:

2000’li yılların başı, internetin kasıp kavurduğu yıllardı. o zamanlar internet kafelerde yer bulamayıp sıraya giriliyordu. insanların geliş sebebi farklıydı. kimi oyun oynamak, kimi irc’de sohbet etmek istiyordu.

ben ise o yıllar web sitesi tasarlama, unrealircd için modül hazırlama gibi işlere merak sarmıştım.

bir yandan bunlarla uğraşırken bir yandan da hızla popülerliği artan forumlarda karalamalar yapmaya başladım. bu süreçte çeşitli iş kollarında çalıştım.

2009 yılında gazeteciliğe adım attım.

o yıl kurduğum web sitesi üzerinden gündemle ilgili görüşlerimi kaleme alıyordum. yazılarım arkadaş ortamlarında çok beğenilince bir arkadaşın önerisiyle adana’da yerel bir gazetede, kısa bir muhabirlik deneyimim oldu. ilk gittiğim haber rahmetli rauf denktaş‘ın bir otelde düzenlenen konferansı olmuştu.

tüm gazeteci arkadaşlar, not alıyor cep telefonu kamerasıyla video çekiyorken ben ise kollarımı kavuşturmuş dinliyordum sadece.

ilgi çekmiş olmalıyım ki arkamda oturan bir hanım gazeteci:

“affedersiniz orası basın mensupları için. yer değiştirebilir miyiz?” dedi.

gazetenin verdiği sarı personel kimlik kartını uzatıp:

“ben de öyleyim.” dedim.

elimde kâğıt, kalem yok!

bırak fotoğraf makinesini, telefonum bile kamerasızdı.

o gazetecinin beni süzüşünü, ellerime bakışını hiç unutmuyorum.

kafamı işaret edip “buraya atıyorum notları.” dediğimi hatırlıyorum.

o konferansta rahmetli denktaş çok şey söyledi. aklımda kalan “ amerika uyduruk bir şey buldu ‘ılımlı islâm’ diye. sanki islâmın az şekerlisi, çok şekerlisi, kaynarı var.” cümlesi olmuştu.

haberi kafama göre yazıp vermiştim. böyle bir müddet devam etti. hem internette yazıyor, hem gazeteciliğin inceliklerini öğrenmeye çalışıyordum. şimdi var mı bilmiyorum ama o dönem tgc’nin online gazetecilik eğitimi vardı. para almadığım için yerel gazeteye gitmeyi bırakmıştım. yine gündem değerlendirmelerime devam ediyordum. tgc’nin eğitimini de aldıktan sonra aynı yıl haberokur’u kurdum. bu başlı başlına ayrı bir hikâye.

nasıl kurdum, nasıl yükseldim ve nasıl düştüm?...

başka bir yazıda nasipse bir gün anlatırım.

o günden bugüne kadar bu sektörün içinde yer aldım. gazetecilikle alakalı kitaplar alarak kendimi geliştirmeye devam ettim. 2013 yılında yeniçağ gazetesine adım attım. bünyesindeki günboyu ve dokuzsütun gazetelerinde editör ve köşe yazarı olarak çalıştım.bu esnada da istanbul üniversitesi medya ve iletişim bölümüne kaydoldum.

*

gazetecilik yaptığım süre boyunca çok anılar birikti elbet. sadece meslekle ilgili değil, bilfiil 8 yıl boyunca kartal-yenibosna arası gidip geldim. metro ve metrobüsteki anıları kısmetse belki bir gün kitaplaştırırım.

uzatmayayım meslekte acısıyla tatlısıyla 12 yıl geride kaldı.

ve çok sevdiğim bu mesleğe üzülerek veda etmenin de zamanı geldi.

*

gönlüm hüzünlü olsa da vicdanım rahat. bu süre içerisinde kalemimi satmadım.
kimsenin adamı olmadım. paraşütle inen gazetecilerden değildim. tırnaklarımla, emeklerime bugüne geldim.

bildiğim doğruları yazdım. yanlışları eleştirdim.

herkes güce tamah ederken ben mağdurun yanındaydım.

elimden sadece yazmak geliyordu, yazdım.

ama haddimi de bildim.

yine de bu süre içinde bilerek ya da bilmeyerek sürç-i lisan ettiysem affola.

zaman neyi gösterir, günün birinde bana kapısını açan bir gazete olur mu bilemem.

rızkı veren allah… kısmet diyelim.

görelim bakalım mevla neyler, neylerse güzel eyler…

lütfen ne olursa olsun doğruların ve mazlumların yanında yer alın.

bir gün tekrar görüşmek üzere hoşça kalın!...

kaynak: http://www.leventbulut.net/2021/06/19/veda/

alkollüyken hiç tanımadığın birine sarılmak

yaşanan duygu yoğunluğunun sonucudur.

alkollüyken hiç tanımadığın birine sarılmak

levent bulut'un bugün köşesinde anlattığı komik olaydır.
buyurun:

siyasetten gına geldi artık. o yüzden bugün size, dost ortamlarında paylaştığım asker kınasında yaşanan olayları anlatacağım.
biliyorsunuz peygamber ocağı olarak kabul edilen asker ocağına gitmeden gençlerimize "asker kınası" yakılır. yüzyıllar öncesine dayanan bu gelenek dede korkut hikâyeleri'nde de geçer. "vatana kurban olsun" diyerek türk inanç sisteminde adanmışlığı gösterir.
*
benim okulu yarım bırakıp askere gitme kararı aldığımda terör olayları yoğun yaşanıyordu. teslim tarihim belli olunca hazırlıklar başladı. o gün adana'da sıradan bir gündü. benim içinse farklılığı akşam kına yapılacak olmasıydı.

gün boyu eş-dost akraba ve daha önce askerliğini yapmış abilerin hepsi bir nasihat verdi:
- "ne en önde ol, ne en sonda. hep ortada ol."
- "askerde bağırmayana, sivilde ise bağırana deli denir. marş söylerken bağır."
fakat bu bana bir anlam ifade etmiyordu.
hani derler ya birine baklavayı anlatacağına ver bir dilim tatsın. ha işte öyle bir durum…
ama en önemli nasihat:
- "3 kişi, 5 kişi lâzım dediklerinde hemen zıplama" idi.
*
meselâ; "var mı gönüllü dediklerinde" sanki dünyanın en zor görevi verilecek ve altından senden başka kimse kalkamayacak gibi düşünüp ortaya çıkınca acı gerçeği, ot yolma, patates soyma gibi işlere götürülünce anlıyorsun.
hoş bu da size vatana hizmetin sadece nöbet tutmak ya da savaşmak olmadığına dair büyük bir ders oluyor.
zaten ne olabilir ki? herhangi bir niteliği olmayan ama yapılacak işin detayını bilmeden gönüllü olanları alıp, özel operasyona götürmeyecekleri belli. kabahat öne çıkanda.
*
ama işte milletimiz tez canlı olduğu için hemen her şeye atlıyor. sonrada ailesinin "askerlik nasıl?" sorusuna, soğan doğrarken gözleri yaşlı, "güzel ama helikopterden helikoptere atlarken şarjör değiştirmesi zor" türü fantastik hikâyeler yazıyor.
neyse...
bunlar ayrı konu.
*
acemi birliğim adana'ya 2,5 saat uzaklıktaki hatay'dı. teslim tarihinde, öğlen 13.00 gibi çıksam 17.00'ye kadar çok rahat varırım diye düşünüyordum. akşama kadar tavsiye edilenleri aldık. çoğu bana göre gereksizdi. meselâ para kesesi.
babam onu alırken "bu da lâzım" dedi.
"gerek yok. işim olmaz" dedim ama inat etti, aldı.

arkadaş! kamuflajlı ve iplikli bir para kesesi yapmışlar. onu boynuna takıyorsun, varsa 3-5 kuruşun kuzu, kuzu göğsünde yatırıyorsun. oysa benden önce askere gidip gelmiş bir arkadaş, para kesesi unutma diye tembihlediğinde, "erkek adam sevdiceğinin dışında başka bir şey yatırır mı göğsünde" diye artistlik yapmıştım.
çaresiz babama ses etmedim.
*
akşam tüm hazırlıklar yapıldı. akrabalar, dostlar, arkadaşlar kınaya geldi. oturduğumuz binanın çatısı yoktu. dam diye tabir ettiğimiz teras gibi büyük bir alan vardı.
kına burada yakılacaktı.
aydınlatma çekilmiş, teyp getirilmiş asker türküleri çalıyor.
*
dostlarım ahmet, osman ve ihsan gelirken iki büyük alıp gelmişler. e, onlar getirip misafirlerin çoğu bardağını uzatınca yetmedi. babam da gece boyunca aldı. benim dışımda tüm arkadaşlarım içiyor. ortam hoş ve sohbet güzel...
*
ilerleyen saatlerde ne oldu bilmiyorum. akrabalar falan var, vatana hizmete gideceğim ayıp olur içmeyeyim düşüncesinden çıkıp, aman canım ya nereden anlayacaklar diyerek su içiyorum ayağıyla sek içmeye başladım.
ne yalan söyleyeyim, ortam daha da bir güzel, kafam ise kıyak oldu.
aile büyükleri; "ne efendi; ne saygılı çocuk. tüm ısrarlara rağmen katiyen ağzına sürmedi." diye överken, arkadaşlar, "ulen ne adamsın! kırk yıl düşünsek aklımıza gelmezdi." diye kahkahalarla gülüyor.
*
tabi böyle bir gecenin sonu tahmin ettiğiniz gibi hayra alamet değildi. milleti su içiyorum diye keklerken, fiyaskom ortaya bayağı şaşalı bir şekilde çıkacaktı.
neyse ben, 3, 4, 5, 6 yuvarlıyorum.
kimse de demiyor ki "dur!"
hoş mevzuyu anlayıp çarpılırsın diyenler oldu da ne değişti? hemen tersledim; "benim gecem yeaaahh. bırakında gönlümce olsun."

böyle kaç kadeh sek içtim bilmiyorum. derken en son hatırladığım müthiş mide bulantısı ve baş dönmesiydi.
*
ve bingo. olanlar oldu. bende şuur gitmiş. bizimkiler ambulans falan çağırmış. fakat babam beklemeye dayanamayıp bir komşunun aracına attığı gibi yallah hastaneye.
*
babamın anlattığına göre, adana numune'ye getiriyorlar. o sırada araçtan inip hastane bahçesinde duvar dibinde demlenen şarapçılara gidip "gardaşlarım" benim diye sarılıyorum. e tabi benim kafa güzel onların ki benden güzel onlarda "vay gardaşım" diye bana sarılıyor. babam da diyor ki nerden haberleri olmuşta hemen gelmiş bu arkadaşları.
*
olay böyle bitmiyor tabi devamı daha trajikomik… bizimkiler beni alıp içeri götürüyor. doktorun midemi yıkadığı ana kadarını hatırlamıyorum. kendime geldiğimde doktor burnumdan hortum sokmuştu, o anı hatırlıyorum. boğulacak gibi istifra ediyordum.

mide yıkama dedikleri olay buymuş.
ben kusuyorum, doktor hiçbir şey olmamış gibi davranıyordu.
oysa bana göre ölüyordum!..
*
ben o hâldeyken sinkaflı laflar ettiğimi hatırlıyorum. tabi bağırıp çağırmalarım dışarı bahçeye kadar gidiyor. o esnada yine kendimden geçmişim. bu sırada dışarıdaki şarapçılar da "gardaşımızı kesiyorlar." diye hastaneyi basmışlar. camı çerçeveyi indirmişler.

evet, adana'da sıradan bir gün daha...
malum pencereleri kırıp kapıları yumruk ve tekme yağmuruna tuttukları için polis gelip onları götürmüş.
beni gördükleri güne lanet etmiş olmalılar.
duvar dibinden, nezarethaneye...
*
ne kadar kalmışım hastanede bilmiyorum. kendime geldiğimde ertesi gün saat 12:00 olmuş.
babam anneme söyleniyor; "ne serseri arkadaşları var. ilk kez gördüm. gideyim de çıkarmaya çalışayım. eğlence kabusa döndü." falan saydırıyor böyle.
- "baba ne arkadaşı? ne oldu?" dedim.
babam kısaca olayı anlatınca, ayıktım.

- "aman baba benim kafam çakır olmuş. onlar da benden çakır. gardaşım diye sarılınca sahiplenmişler. yoksa tanımam etmem. arkadaşlarım değil" dedim.
*
sonuç itibariyle çok güzel başlayan "kına gecem" trajikomik bir olayla bitti. bu gecenin böyle sona ermesine mi yanayım. midemde dinmek binmeyen yanma ve kusma isteğine mi yanayım bilemedim.
o gün adana'dan hatay'a taksi tutup gittik. ben asker ocağına teslim olup nizamiyeden girdiğimde ise hâlâ midem bulanıyor, niye böyle oldu diye kendi kendime söyleniyordum.

kaynak: https://www.gunboyugazete...r/asker-kinasi-6177yy.htm

metal 5 lira ve 500 liralık banknot

gerçekleşirse troller tarafından başarı gibi sunulacaktır.

metal 5 lira ve 500 liralık banknot

levent bulut'un yazısına göre yeni yılda piyasaya sürülmesi kuvvetle muhtemelmiş.
Ayrıca kağıt 5 liralar meral olurken 2,5 liralık madeni parada tedavüle girebilirmiş.

https://www.gunboyugazete...bankot-geliyor-6142yy.htm

26 mayıs 2021 levent bulut köşe yazısı

resmi nitelikli bir kartın hiçbir yerde geçmediğini anlatan yazıdır.

yakışıklılığın başa bela olması

doğru önermedir. kendimden biliyorum ve iyi bir şey değil.

akp ve mhp nin akşener korkusu

katıldığım önerme. yazıda detaylı anlatılmış zaten.

akp nin seçim vaatlerini gerçekleştirmesi

levent bulut'un bugün köşesinde değindi olay. yazı şöyle:

Türkiye'de faaliyet gösteren tüm siyasi partiler, her seçim öncesi beyanname yayınlayarak yapacaklarını seçmene duyurur. Bu bildirilerle partiler yapacağı icraatları taahhüt eder. Bu yüzden her partinin seçim tebliği önemlidir. Şimdi ülkeyi yöneten AKP'nin son seçim beyannamesine bakalım: Vaatlere göre; para politikası, maliye politikasıyla eşgüdümlü yapılırken, enflasyon hedeflemesi rejimine devam edilecekti.  Maliye politikası fiyat istikrarının sağlanmasında destekleyici olacak. Dalgalı döviz kuru rejimi sürdürülecek ve döviz piyasaları yakından takip edilecekti.
***
Fakat gelin görün ki, beyanlarda başka uygulamada farklı sonuçlar çıkabiliyor. Meselâ; ben, "Dalgalı döviz kuru rejimi sürdürülecek" denmesini anlamıyorum. Dolar 80 kuruş artıyor sonra 20 kuruş düşüyor. 40 kuruş artıyor sonra 5 kuruş düşüyor. Buna da dalgalı döviz kuru rejimi diyorlar.

Oysa müdahalelerle göstermelik 5-10 kuruş düşse de sürekli yükseliyor. Son 3 yılın dolar kuruna bakalım. 4 Mayıs 2019'da 5 lira 97 kuruş, 4 Mayıs 2020'de 7 lira 2 kuruş, ve bu yazıyı yazdığım sıradaki kura göre 8 lira 30 kuruş.
***
Bu nasıl bir dalgalı kur ki, pozisyonu sürekli artış yönünde. Sorsanız dış güçlerin işleri derler. Ama ben size işin gerçeğini söyleyeyim. Ekonomisi dışa bağımlı olan Türkiye'de cari açığın sürekli artması, düşmeyen enflasyon, uluslararası kuruluşların not indirimleri, 20 ayda 4 kez Merkez Bankası Başkanının değişmesi gibi olaylar dolarda yükselişe sebep oluyor. Siz bakmayın döviz kurlarındaki artış için faiz lobisi, dış güçlerin işi demelerine.  

Dış güçler istediği zaman senin döviz kurlarına müdahale edip istediği fiyatı belirleyebiliyorsa, kapat git ülkeyi.  Hiç ortalara çıkıp büyük Türkiye, dünyaya yön veren ülke, dünya liderine sahibiz masalları okuma. 
***
AKP iktidarı sık sık "büyüyoruz" söylemi kullanmasına ve makyajlı rakamlarla bunu göstermesine rağmen Türk lirası değer kaybediyor. Değer kaybettiği için de döviz kurları yükseliyor. Borcu borçla çeviren bir ülkeyiz. Üretmeden istihdam oluşturmadan büyüme hormonlu büyümedir.
AKP büyüme rakamlarını yüksek tutabilmek için dışardan borç bulmaya çalışıyor. Borç bulursak gelen parayı da inşaata ve betona gömüyor. Böylece harcayarak büyümüş oluyoruz.

iş bu borçların ödenmesine geldiğinde ise tekrar borç bulmamız gerekiyor. Bulmadığımız kısmı ise ülkenin kaynaklarından karşılıyoruz. Bu kaynakta petrol ve doğalgazımız olmadığına göre adres yine vatandaşın cebi oluyor.
***
Seçim beyannamelerindeki döviz kurlarıyla ilgili başarıları ortada! Bir diğer vaatleri de enflasyonu tek haneli sayılara düşürmekti. Şimdi bir de oraya bakalım.
TÜiK'in açıkladığı verilere göre, bu yılın mart ayında  yıllık yüzde 16,19 olan tüketici enflasyonun nisanda yüzde 17,14 seviyesine yükseldi. Mayıs 2019 sonrasındaki en yüksek enflasyon oranına ulaşıldı.

Nisanda, endekste kapsanan 415 maddeden, 92 maddenin ortalama fiyatında düşüş gerçekleşirken, 42 maddenin ortalama fiyatında değişim olmadı. 281 maddenin ortalama fiyatında ise artış gerçekleşti.
Nisanda zam şampiyonu ise yüzde 24,91'lik fiyat artışıyla domates oldu.
***
Görüldüğü gibi enflasyonda da hedeften çok uzaktalar. Buna rağmen ekonomide iyiyiz diye övünüyorlar. Her şey ortada. Tarım alanındaki bozukluğu, üretim maliyetlerindeki artışı, dışarıdan bulunan borç paralarının yandaş müteahhitlere gittiğini, bunun yanlış olduğunu, üretimi artıracak yatırımlara yönelmesi gerektiğini tekrar belirtmeye gerek yok.

Hoş tüm bu gerçekliğe rağmen halen ekonomi iyi diyen, kötüyse de ya muhalefetin ya dış güçlerin işidir diyenler var.
***
Takım tutar gibi parti tutulduğu sürece bir şey değişmeyecek. Madem öyle, dış güçlerin oyununa gelmemek lâzım!
Ülkemizi yönetenler aldanabilir, kanabilir, yanlış yapabilir ama biz hep arkalarındayız.
Beyanlar istikrar ile refah ama, gerçekler geçim derdi ve zam yağmuru.
Ne diyeyim durmak yok...Yola devam. 

Kaynak: https://www.gunboyugazete...-gercekler-zam-5992yy.htm

türkiye nin lobi faaliyetleri yapamaması

bir hakikat. bakın gazeteci levent bulut bugün köşesinde bu duruma nasıl değiniyor:

Kanada'da 26 bin Türk, 57 bin Ermeni var.
italya'da 20 bin 840 Türk'e karşı 4 bin Ermeni bulunuyor.
isveç'te 45 bin 998 Türk varken, Ermeni sayısı sadece 9 bin.
isviçre'de 83 bin 199 Türk kökenli vatandaşa karşı, Ermenilerin sayısı 7 bin.
 Hollanda'da Türk kökenli göçmenler 203 bin 483 iken, Ermeni sayısı 6 bin.

Almanya desen 3 milyonu aşan Türk varken, 48 bin Ermeni var.
ABD'de ise Türkler ve Ermenilerin sayısı 300 binin üzerinde ve birbirine yakın.
Bir tek Fransa'da 259 bin 514 Türk'e karşı, Ermeni kökenli vatandaşların sayısı 700 bin.
***
Bu ülkelerin ortak özellikleri sözde Ermeni Soykırımı iddiasını tanıyan ülkeler olması. içlerinde sadece Fransa'daki Ermeniler, sayıca bizden fazla. Fakat yukarıda gördüğünüz gibi iş sayıya bakmıyor. Öyle ya sayıca üstün olduğumuz yerlerde bile Ermeni lobisi faaliyetler yürütmüş ve istediği kararı aldırmış. Üstelik Fransa'da yaşayan Türklerin sayısı hiç de az değil hani.
***
Şöyle bir bakın. Bir yanda 82 milyonluk nüfusu ve dev ithalat ekonomisiyle Türkiye. Diğer yanda 2,5 milyonluk bir Ermeni devleti… Mantıken kıyaslanması bile mümkün değilken, nasıl oluyor da tarihi, parlamentolarda alınan siyasî kararlarla yazdırmaya kalkabiliyor? Cevap yukarıdaki verilerde...Yurt içinde nasılsak, yurt dışında da öyleyiz. "Biz" yerine ben oluyoruz. Gemisini kurtaran kaptan diyor, aman canım boşver, bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın modunda dolanıyoruz.

Soykırım iddialarını tanıyan ülkelerle milyar dolarlık ithalat ve ihracatımız varken bize karşı nasıl böyle kararları alabiliyorlar diye sorgulamadan,"Ne olacak yeeaaa, Türk ve Müslüman düşmanlığı." deyip kafamızı kuma gömüyoruz.
***
işin garip tarafı, bu konuda devletin resmî ve tutarlı bir dış politikası olmaması. Bu kararı alan ülkelere karşı esip gürledik. Demediğimizi bırakmadık ve boykot kampanyaları yaptık. Ama sonuçta bir şeyi değiştiremedik.

Fakat yine de monşerler diye küçümsenen eski Türkiye denilen zamanda, yine de bir ağırlığımız vardı. Fakat artık o da yok. Adım adım, ötekileştirerek, bertaraf ederek, liyakati yok ederek bu hale getirdiler ülkeyi.
***
Meselâ bir örnek vereyim; Fransa... Kimi zaman Ermenilerle, kimi zaman PKK/YPG ile Türkiye'nin karşısına çıktı. 2011'de Fransa parlamentosu, 1915 olaylarıyla ilgili Ermeni iddialarının inkârını suç sayan düzenlemeyi kabul ettiğinde, asrın liderimiz Türkiye'nin yaptırım kararlarını şöyle açıklamıştı: "Şu an ilişkilerimizi görüşmek için Paris Büyükelçimizi Ankara'ya çağırıyoruz. Şu andan itibaren iki ülke arasındaki siyasi, askeri, sosyal ve kültürel projelerimizi iptal ediyoruz. Fransa ile her türlü siyasi istişareyi durduruyoruz.  Bu ilk etaptır. ilk aşamadır."
***
Hatırlarsanız bu açıklamadan sonra Fransız mallarına karşı boykot kampanyası başlatıldı. Alınmayacak ürünlerin listesi sosyal medyada sık sık paylaşıldı. O kadar söze, kampanyaya rağmen ne oldu peki?
Hiç!..
Fransa geri adım atmadığı gibi, 23 Nisan 2014'te asrın liderimiz çıkıp Ermeniler için taziye mesajı (bana göre özür) yayınladı.
***
Son olarak ABD Başkanı Biden'ın açıklamasını  dahil edersek bugün toplamda 31 ülke 1915'te yaşananları soykırım olarak kabul ediyor. Bizim idarecilerse bu duruma engel olabilecek politika üretemiyor.
Yaptığımız tek iş, soykırımı tanıyan ülkelerden büyükelçiyi geri çağırıp, 7 'den 70'e kararı alan ülkeyi kınayıp olay unutulduktan sonra geri göndermek.
***
Şimdi bakın Biden'ın hiçbir tarihi geçerliliği olmayan sözde soykırım söylemini eleştiriyor, kınıyoruz. Ama dönüp aynaya bakmıyoruz… Ermenistan, Türkiye'den soykırım yapıldığının kabul edilmesini, tazminat ödemesini ve Kars, Ardahan, Erzurum ile Van'ın kendilerine verilmesini isterken, bizim idareciler hiçbir şey yapmadığı gibi, üstüne özür mahiyetinde taziye açıklaması yaptı.
E sen böyle yaparsan elin yabancısı boş durur mu?
Nitekim durmuyor da! Görüyorsunuz.
***
Şimdi aynı enflasyonla mücadelede olduğu gibi, topyekûn ABD'yi kınıyoruz. Çünkü biz iyi kınarız, çok iyi kınarız, muhteşem kınarız. Ne yazık ki, ülkeyi yönetenler milli onurumuzu sadece sert söylemlerle ifade etmeye çalışıyorlar.

Oysa geçmişe bakıyorum sürekli kötüledikleri, yok saydıkları eski Türkiye dedikleri dönemlerde, ülkemiz sözü dinlenilen, caydırıcı bir güçtü.

Civatayı bile ithal ettiğimiz dönemde ABD'ye kafa tutup Kıbrıs harekatını yapabiliyorduk. Ülkemizdeki ABD üslerini kapatabiliyorduk. Şimdi öyle mi?
***
Son 19 yılda dış politikada hamaset yapmaktan başka bir icraati olmadı ülkenin. Binlerce yıllık devlet geleneğine sahip Türkiye'nin geldiği nokta artık sadece kınamak. Emeği geçenleri tebrik ederim!

kaynak: https://www.gunboyugazete...aya-bakmaliyiz-5952yy.htm

akp nin istanbul daki toplanma alanı çelişkisi

levent bulut'un bugün köşesinde gündeme getirdiği olay. yazı şöyle:

Öyle bir ülke haline geldik ki; olmamışı olmuş, yapılmamışı yapmış gibi gösterenleri "Helal olsun!" deyip alkışlıyoruz. Meselâ; "Yerli uçağımızı yaptık." dediler, millet hâliyle alkışladı.
Öyle ya kim sevinmez kendi uçağımızı yapsak?
Sonra "Uçağımız göklerde..." dediler ama gören yok.
Herhâlde kaybettiler!
Ne hikmetse vatandaşımız yine alkışladı.
*
Ülkeyi yönetenlerin siyaset anlayışı işte bu. Yapılmış iyi ne varsa "Biz yaptık." derken yapamadıkları ya da başka bir deyişle beceremedikleri her iş için de ya "dış güçler"i ya da muhalefeti suçluyorlar. işin garibi ortada bir "eser" olmadığı hâlde "yaptık. işte eserimiz!" demeleri.
*
"Maharetlerinin" son örneğini 26 Eylül 2019'da istanbul'da yaşanan deprem sonrası gösterdiler. istanbullular sokağa çıktı. Kimi ilçelerde bazı binalar mühürlenirken bazı okullar tatil edildi. Depremin ardından yaşanan artçı sarsıntılar ben bu yazıyı yazdığım sırada 300'ü geçmişti.
*
Açıkçası 5,8'lik depremde ülkece çuvallamışken Cumhurbaşkanı yardımcısı Fuat Oktay çıkıp, "işte ne kadar sağlıklı bir sistem kurduğumuzu bu depremde gördük" dedi.
Oysa görünen kimsenin ne yapacağını bilmeyişiydi. Depremin yaşandığı andan itibaren iletişim hatları kilitlendi. Telefon hatlarında arama giriş ve çıkışı yapılamadı. Düşünün bu deprem 5,8 değil de 7 ve üzeri olsaydı halimiz ne olacaktı acaba? Allah muhafaza! Düşüncesi bile korkutucu...
*
Türkiye'nin deprem kuşağında yer alması ve büyük istanbul depreminin beklendiği bilinmesine rağmen hiçbir hazırlık yok. "Sağlıklı bir sistem kurduk." diyorlar ama Türkiye'de depreme karşı devletin herhangi bir sistemi bulunmuyor. Üstelik 1999 Yalova depreminden sonra 496 adet büyük toplanma alanı belirlenmişken geçen süre içerisinde o alanların sayısı 70'e düşürülmüş.
Oktay'ın bahsettiği gibi bir sistem olsa, herhâlde toplanma alanı sayısı azalmaz, artardı.
*
Bu yazıyı 26 Eylül 2019'da yaşanan 5,8'lik istanbul depreminin ardından 2 Ekim 2019'da yine bu köşede kaleme almıştım.

Türkiye'nin sağlıklı bir deprem sisteminin olmadığını, deprem toplanma alanlarının yerine AVM'ler konduğuna değinmiş ve yazımı şöyle sonlandırmıştım, "Böyle bir gerçekliğe rağmen devletin başı
"istanbul'da on binlerce toplanma alanı var." dedi.

iddia ediyorum; istanbul'un her ilçesindeki irili ufaklı parkları da tek tek dahil etseniz, sayısı bırakın on binlerceyi, on bini bulmaz.
*
Devletin başına bu yanlış bilgiyi kim ya da kimler verdiyse hadi biz muhalifiz çağırmıyorlar da, "yandaş" gazetecilere o alanları göstersin. Aksi takdirde ilk seçimde kendi tabanlarından sağlam bir ayar yerler. Zira deprem bu. Can tehlikesi var...

Hiçbir partili bu durumda kendi hayatı da dâhil, ailesi ve sevdikleri tehlikedeyken partizanlık yapmaz, yapamaz.
*
Bu yüzden tüm istanbullular adına tekrar soruyorum; istanbul'da on binlerce toplanma alanı hani nerede?
Cevap verin ey yetkililer!.."
*
Peki bunlara neden değindim…
O gün sorduğum "istanbul'da on binlerce toplanma alanları hani nerede?" sorusu Gaziosmanpaşa Kaymakamlığı'nda düzenlenen muhtarlar toplantısına katılan Süleyman Soylu'nun açıklamalarıyla dolaylı olarak yanıt buldu da ondan.
*
Bakın içişleri Bakanı diyor ki, "istanbul özelinde ciddi bir deprem hazırlığı içindeyiz. Şu anda istanbul'da son bir yılda yaptığımız çalışmalarla 5 bin 599 toplanma alanımız var. Kişi başı toplanma alanı 1.29 metrekareden 3.37 metrekareye çıktı."

 iyi güzel fevkalade.
En azından depreme hazır olmadığımız görülmüş ve eksikler giderilmek isteniyor… Buna bir sözüm yok, amenna…

Fakat sormadan da edemeyeceğim, 'e hani on binlerce toplanma alanı vardı?'
Onlara ne oldu peki?
Cevap verirler mi dersiniz?
Hiç sanmıyorum!..

kaynak: https://www.gunboyugazete...-bu-olsa-gerek-5906yy.htm

misafire saygının kalmaması

Yeni denilen Türkiye'de yaşanan durum. eskiden nasılmış gazeteci levent bulut bugün köşesinde şöyle anlatmış:

O gün her zamanki gibi gazeteden çıktım, durağa gidiyorum. Bir müddet yürüdükten sonra arkamdan tanıdık bir ses yankılandı. Dönüp baktığımda uzun zamandır görmediğim bir dostumu karşımda gördüm.
*
Ne zaman telefonda konuşup bir gün buluşalım desek araya hep iş güç giriyor ve öyle kalıyordu. Bayağı bir zamandır da artık buluşalım demeyi kesmiştik. O an küçük çocuklar gibi sevindik. Sarmaş dolaş olduk.

Ayaküstü hâl hatır sorduktan sonra dostum, ortak bir arkadaşımızın ofis açtığını ve oraya gideceğini söyleyerek "Gel beraber gidelim. Seni görünce o da çok sevinecek" dedi.
*
Bir an bile düşünmeden "tamam" dedim. Yürürken yol boyunca sevincimizi gizlemeyerek eskiyi yad ederken, iletişim çağında iletişimsizlikten dert yandık.
*
Eskiden mektupla haberleşilirken; şimdi telefon, WhatSapp gibi imkânlara rağmen haberleşilmiyor, diye söylendik.
Bir müddet sonra ortak dostumuzun ofisine geldik. Yine bir sarmaş dolaş.
Kahkahalar...
Gülüşmeler...
Ağzımız kulaklarda...
*
Bir zaman sonra arkadaş "Ne ikram edeyim?" diye sordu!
Birlikte gittiğim dostum, "Kahve varsa, şekerli olabilir" dedi.
- Kahve yok maalesef...
Araya girerek, "O zaman çay alalım" dedim.
- O da yok diye cevapladı.
ister istemez duraksadık ve birbirimize baktık.
*
Hayır, dağın başında da değiliz. Ofis bir iş hanında.
Hanın çaycısı da var.
Sonuçta atla deve değil istenen…
Altı üstü bir çay…
Dayanamadım "Ne var peki?" dedim.
"ice tea var. Ben çok severim" dedi ve küçük plastik bardaklara bize sormadan doldurmaya başladı.
Konuşma aynı...
Ses aynı...
Geçmişte yaşananlar da aynı, ama şu anki davranışı kesinlikle eskisi gibi değil...
*
Bozuntuya vermedik, içtik. Sevmesem de ikramı geri çevirmedim. Bir müddet sonra ben müsaade istedim ve kalktım. En kısa zaman da tekrar görüşmek üzere sözleştik.
*
Yolda nasıl bir ülke hâline geldik, diye düşündüm.
Eskiden evler salon, yatak odası, oturma odası ve misafir odası olarak 3+1 idi. Evin diğer odalarına gösterilmeyen ilgi misafir odasına gösterilir ve o odaya yalnızca misafir geldiğinde girilirdi.

Hatırlıyorum o odada misafire ikram için sigaralık bile vardı. Babam içmiyor olmasına rağmen mutlaka o sigaralığı dolu tutardı. Oruçlu olduğumuzda eve gelen misafir niyetli değilse sebebini sorgulamaz, yemek yapılırdı.

Misafir ise "Kesinlikle yemem sizinle iftarı beklerim" derdi... Karşılıklı "aaa, olmaz"larsa yemek yapılıp ikram edilene kadar sürerdi. Şimdi misafirin ne istediğinin bir önemi yok!
*
Evde Ülkü ile çay ve kahvede şeker kullanmıyoruz. Ama misafir için mutlaka bulunduruyoruz. Hatta yemeğe geliniyorsa içeceklerin envai çeşidini alıyoruz ki, isteyen sevdiğini içsin diye...
Olması gereken de bu değil midir?
*
Şimdi bakıyorum bırakın ikramı insanımız misafiri yük görüyor.
7/24 sayın hükümetimizin bakanları ve haysiyetli basınımız eskisinden daha zenginiz dese de -hadi diyelim- hayat pahalı, insanlarda para yok.
Eee, peki eskiden var mıydı? Aslında bunun parayla da bir ilgisi yok.

Zira beş çocuklu ve tek maaşlı bir memurun oğlu olarak biz meyveyi misafirden misafire görebiliyorduk. Misafir gelecekse borç harç ne yapıp eder mutlaka ikramlık meyve alınır, annem de kek ve poğaça türü şeyler yapardı. Biz isterdik ki misafir gelsin.
*
Şimdi insanımızın eski sıcaklığı da kalmadı. Adam inanmadığı fikirlere, inanmadığı siyasîlere oy verirken, çıkarım neredeyse oradayım diyor. Her şey yapay ve çıkar üstüne kurulu. Eskinin fazileti ve dürüstlüğü para etmiyor artık.
*
Milletçe biz olmak yerine 'ben'leştik. Bireyselleştikçe de bencilleştik. Birbirimize saygımızı kaybettik. Toplu taşıma kullanıyorsanız insanların birbirine nasıl davrandığını çok net görüyorsunuzdur.

Metro ve metrobüste öyle saygısız kişiler var ki, "Ben bunlar için mi diken üstünde oturup yazı yazmaya çalışıyorum." diyorsun.
*
Bazen diyorum ki: "Bırak bu işleri... Yazma. Ne gereği var... Durduk yere başını ağrıtıyorsun. Her ülke layıkıyla yönetilir."
Ama sonra kendime "iyi de Türkiye'nin layıkı bu mu?" diye sorunca, işte o zaman gönlüm el vermiyor.
*
Ülkenin her alanında çürüme var...
Taksiye biniyorsun üstüne vazife olmadan sohbetine dalıyor...
Metroya biniyor, ama inemiyorsun.
Zira inmeni beklemeden binenler seni tekrar metroya sokuyor.

"Nerelisin?" yerine "Hangi partilisin?" diye soruluyor.
Tevâzunun yerini riya ve gösteriş alıyor.

Bir olayda haklı yerine "O bizden mi?" diye bakılıyor.
Edep ve haya sadece birer kelime olarak kullanılıyor.
*
Şimdi soralım lütfen: Neden böyle oldu?
Nasıl saygısız ve cehaletin erdem olduğu bir ülke hâline geldik?
Misafirperver bir millet iken biz nerede ve nasıl bir yanlış yaptık diye düşünmemizin vakti gelmedi mi?

kaynak: https://www.gunboyugazete...degeri-kalmadi-5836yy.htm

deneme yanılma ile ülke yönetilmesi

şaşırtmayan durum. merkez bankası başkanın görevden alınması bir örnektir.

eski denen türkiye nin özlenmesi

yaşanan samimiyetsiz arkadaşlıkları yalanı, dolanı gördükten sonra her geçen gün kendini daha da çok hissettiren duygu.

eski denen türkiye nin özlenmesi

levent bulut'un bugün yazısında değindiği olay.

yazı şöyle:

Bir tek ben mi böyle düşünüyorum bilmiyorum. Ama ben eski Türkiye'yi özlüyorum arkadaş. Hafızamız zayıf değilse dünümüzü hatırlıyor olmamız lazım.
15-20 yıl öncesini düşünün. Belki yine işsiz ya da borçlu idik ama yarınımıza umutla bakabiliyorduk.

Öyle ya, kör talih bir gün bize de güler diyorduk. Birbirleri ile cigarasını paylaşan insanlar "hangi partilisin?" demiyordu.

Terör bitme noktasında, yargıya güven doruktaydı. Particilik ve partizanlık bu kadar yaygın değildi.
Herkes ekmeğinin derdine düşmüş koşturuyordu.
***
"Ne Mutlu Türküm" demek kimseyi rahatsız etmiyordu."36 etnik kimlik var" diyen yoktu.
Şimdi içi boşalmış olan değerler o yıllarda henüz bu kadar yıpratılmamıştı.
Mesela aşk...
Sevdik mi tam severdik. Öylesine değildi. Önemliydi birine seni "seviyorum" demek. Ya da birinin bize "sevdiğini söylemesi."
iş olsun diye söylenmezdi bu kelimeler. Değer verilirdi "sevene ve sevilene." 3 günde bir aşık olmazdık, olamazdık.
Ekmek gibi, su gibiydi aşk. Sevmek, emek işiydi. Yüzüne bakmaya utanırdık sevdiceğimizin. Ve onun kıymetini bilirdik. Korunurdu, kollanırdı, ezilmezdi, ezdirilmezdi. Ayrılıklar yok muydu? Tabi ki vardı. Sevgimize sahip çıktığımız gibi, ayrılığımıza da sahip çıkardık.
***
Fakat artık her şey çok kolay elde edildiğinden olsa gerek, aşklar da kolayca son bulur oldu. Evlilikte yaşananlar, boşanınca ortalığa düştü. Eski diyerek küçümsedikleri Türkiye'de; aşka, emeğe, düşünceye, küçüğe, büyüğe, yaşlıya, gence en önemlisi insana değer verilirdi. Oysa şimdi emeksiz zengin olana; "helal olsun işini biliyor adam" deniyor artık.
Her şeyimiz farklılaştı.

Sinemamız bile.
Kimi zaman saf, kimi zaman uyanık, fakat hep iyi niyetli olan ve sosyal konulara değinen Şaban'ın yerini,  Recep ivedik aldı.
Böylece güldüklerimiz de farklılaştı.
***
Dilimiz ve kıymetlerimiz de değişti. Vatana, bayrağa, dilimize önem verirdik. 'Yha, bys, nslsn, gzlmş' demezdik. Ulusal değerlerimiz vardı. Maillerle, videolarla sahip çıkmazdık 'vatan'a. Kalbimizle, yüreğimizle sahip çıkardık. 'Kardak' için kükrüyorken şimdi başımızı kuma gömer olduk.

O yıllarda bayrak gibi, Cumhuriyet gibi "ATATÜRK" de ortak değerimizdi. Ne tesadüf her resmi bayramda hastalanmazdık. Dini bayramlarımız da bizimdi, resmi bayramlarımız da...
***
Saygılıydık birbirimize. Evimize gelen misafir niyetli değilse, oruçluyken yemek hazırlardık. Mahalle arkadaşlıkları önemliydi bizim için. Bugün komşu, komşuyla selamlaşmaz oldu. içi boşaltıldı her kelimenin, her duygunun.

Güven kelimesi kimsenin umurunda değil artık. Yalan söylemek bir bardak su içmek kadar kolay. Yalanı ortaya çıkınca utanma da yok artık. Eskiden insanlar cahilse kelam etmeye çekinirdi. Şimdi cahiller alkışlanıyor.
***
Sahip olduğu niteliklerle değil, hangi partiden kimin adamı diye değerlendirilir oldu insanlar. Facebook ve twitter'da ne kadar takipçi olduğu da önemli bir kritere dönüştü. Bir işi, ehline değil torpiline göre verir olduk.
***
Ekonomi desen; artık eskisine göre daha borçluyuz. Yeni dedikleri Türkiye'de ekonomiyle övünülüyor ama fabrika açmak yerine olanları sattık. Üretimi artırmak yerine tüketime özendik.

Double yol yaptık, iMF'ye borcu ödedik derken iç ve dış borcu katladık. Özelleştirme adı altında devletin kurumları satıldı. Kendi kendine yetebilen ülke iken saman, buğday ve et ithal eder olduk. Üretime yönelik fabrika açamazken, tüketimi özendirerek her yere AVM'ler kondu.

Bakkalın, kasabın, manavın devri bitti. işsizlik 18 yıl öncesinden daha fazla, kredi kartı sahipleri her gün kartın asgarisini bile ödeyememe korkusu yaşıyor, esnafın durumu ise ortada.
 
***
Değerlerimizden uzaklaştık ve geçmişimizde ki o huzuru kaybettik.
Yeri geldiğinde söylüyoruz; geçmişi olmayan milletin geleceği de olmaz diye.

Doğru, güzel, özlü sözdür. Pratik zekalı bir millet olduğumuz için, "dün dündür, dünde kalmıştır yarına umutlu bakılmalıdır" sözü de bize aittir.

Çünkü dün iyi ya da kötü yaşanıp bitmiştir deriz. Bugün gelinen noktada ise, dün geçmiştir yarın bir bilmece bugün ise bize hediyedir.

insanlarımız iş, aş yerine partilileşmeye, gruplaşmaya itiliyor. Dün zaten geçmiş idi, yanlış iç ve dış ekonomi politikaları yüzünden yarınlar endişe kaynağı oldu.

Eğer halen borcu borçla çevirebiliyorsanız, kıymetini bilin bugün size bir hediyedir. Uzatmayayım eskiden kıt kanaat geçinirdik ama arkadaşlıklarımız dostluklarımız vardı.
Şimdi yine kıt kanaat geçiniyoruz ama eski dostluklar arkadaşlıklar kalmadı. Sizi bilmem ama ben eski Türkiye'yi özlüyorum.

kaynak: https://www.gunboyugazete...nen-turkiye-ah-5614yy.htm

türkiye nin ileri demokrasiye sahip olması

avrupa'nın kıskandığı durum.levent bulutbu durumu şöyle anlatmış:

Eğer demokrasiyi amaç değil "araç" edinenler, iktidara gelip demokrasiden bahsediyorsa...
 Demokrasi, cumhuriyete ve geçmişe küfür etmek zannediliyorsa…
 Masumiyet karinesi "suçsuzluğu kanıtlanana kadar herkes suçludur" sanılıyorsa…
 iktidarın her türlü nimetlerini sonuna kadar kullanıp, mağdur ayaklarına yatılıyorsa…
 
*
Çıkarcı ve yalakalar her türlü yanlışta alkışlıyorsa…
işsizlik çığ gibi büyüyüp, ekonomi çökerken; yandaşlar zengin ve ihya oluyorsa…
Bildiğin kara, "ak" "pak" olmuşsa…
Özelleştirme adı altında devletin kurumları tek tek satılıp, borç azalacağına daha da çok artmışsa…
 
*
36 etnik kimlik var denilip, etnik milliyetçilik yapılıyorsa…
Türklüğe hakaret ve aşağılama düşünce özgürlüğü; Türküm demek faşistlik ve ırkçılık sayılıyorsa…
*
işsizliği çözmek, ekonomiyi düzeltmek gibi konular dururken Aya gitmekten bahsediliyorsa…
Yanlışı söyleyip eleştirdiğinde yandaşlar tarafından acımasızca eleştiriliyorsan…
 
 
Üniversiteye tependen inme rektör atanıyorsa...
Hakkını arayan, atanmış kayyum istemeyen öğrencilere terörist deniliyorsa…
Ve bunun gibi bir dünya saçmalık ardı ardına yaşanırken, yeni anayasadan bahsediliyorsa...
Hiç düşünme birader burası hangi Türkiye diye; burası "ileri demokrat Türkiye."
*
 
ÖNGÖRÜSÜZLÜK
19 Ekim 2009'da Habur'dan gelen PKK'lılar kahramanlar gibi karşılandı. 14 Temmuz 2011'de Diyarbakır'da toplanan sözüm ona Demokratik Toplum Kongresi'nde devlete meydan okuyarak özerklik ilan ettiklerini duyurdular. O gün Türkiye şehitlerine ağlarken, Şırnak'ta özerklik kutlandı!

4 Mart 2012'de ise açılımın mucidi, bugünkü iktidar sayesinde bir hayal daha gerçek oldu ve Diyarbakır'da "Kürt Ulusal Dil Konferansı" toplandı. Türk Bayrağı yerine salona Barzani'nin bayrağı asıldı. Toplantıda istiklal Marşı yerine "Ey Ragib (Rakip) Marşı" okundu.
*
AKP iktidarı bunlara sessiz kalırken; PKK sempatizanları her eylemlerinde şehirleri, mahalleri savaş alanına çevirip yakıp yıktılar. PKK'nın ilk saldırısını kahramanlık destanı diye şenliklerle kutladılar.
Karayollarındaki tabelaları değiştirip Kürtçe tabelalar koydular. Belediyelere Kürtçe afiş bastırıp astılar. Ülkede bütün bunlar olurken devletin valileri, savcıları, kaymakamları, polisi ve ülkeyi yönetenler sadece seyretti!
 
*
 
Kendi ülkesinde yukarıda verdiğim örnekler gibi onlarca yanlışa imza atan AKP iktidarı, Irak'ta ise Barzani'nin bölgedeki tahribatına, demografik değişiklik yapmasına ses etmeyerek yanlışı katmerledi.
Musul ve Kerkük'te yaptıklarından memnun olsalar gerek, AK Parti Kongresi'nde Barzani kürsüye çıkarken "Türkiye seninle gurur duyuyor!" sloganıyla salonu inlettiler.

"Kardeşim" deyip, iç politikada Türkiye'nin yerine AKP'nin lehine kullandılar. Resmî törenlerde yer verdiler. Bölgesel bayrağı göndere çektiler. Ekonomik olarak kalkındırdılar. Irak yönetimini hiçe sayıp, Barzani'yi muhatap aldılar.
Zamanında TSK'daki bir binbaşıya denk sayılan adamı bağırlarına bastılar. Bir devlet başkanıymış gibi anlaşmalar yaptılar.
Böyle değer verip işbirliği yaptıkları bu Barzani  ise Türkiye'ye rağmen bağımsızlık için referandum yaptı. Şimdi adını anmıyorlar.
*
Fakat ülke idarecileri tüm bu yanlışları  yaparken  başarı gibi sundu. Bir gün ak dediklerine başka gün kara demeyi erdem saydılar.

Faiz sebep, enflasyon sonuç değildir, ama  "Ne Mutlu Türküm Diyene" vecizesinin dağlardan silinmesi, "Andımız'ın" kaldırılması, teröristlerin tanık olması, çözüm süreci adı altında terör örgütünün şımartılmasının neticesidir.

işte bu öngörüsüzlük, iş bilmemezlik, stratejisizliğin bedelini Gara'da  şehitler vererek ödüyoruz.
Yanlışta ısrar ederek doğru bulunmaz.

 Irak'ta Barzani'nin, Suriye'de YPG'nin Türkiye'ye komşu olmasında emeği olanlardan elbet milletimiz sandıkta hesap soracaktır…

Kaynak: https://www.gunboyugazete...ip-bir-ulkeyiz-5576yy.htm